O eski ülkede güneş meyvelerle haykırır, toprak bitip tükenmeyen bitki örtüsüyle nefes alırdı; ırmaklar çağıldar, şafaklar alabildiğine söker ve günbatımları alevden kollarıyla inerdi; ağzına kadar taze sütle dolu gümüş bir tas yükselip maviliklerde yüzer, geceler yıldızların sesiyle çınlar, ağaçlar gökyüzüne doğru süzülür ve bütün çiçekler titreşip fısıldardı. Sokağımız, Roma'dan başlayıp Bizans başkentine uzanan, oradan da doğuya doğru ilerleyen kadim yolun üzerindeydi. Yol, Bizans'ta mavi denizle kısa bir mola verdikten sonra Anadolu'yu baştan başa kat ediyor,evimizin önünden geçip dünyanın öbür ucu na, Bağdat'a kadar uzanıyordu. Mezopotamya kentlerinden gelip Sivas'a, Anadolu'daki kârlı ticaret merkezlerine giden deve kervanları evimizin önünden geçerdi. Sonbaharda bahçemizin meyveleri tükenmey yüz tuttuğunda, kervanlar bu defa, uçsuz buçaksız çöllere, değerli taşlarla dolu zengin Babil ve Arap şehirlerine dönerdi.