Sigurd Erikson, yaz mevsiminin başında kralın vergilerini toplamak için kuzey Estonya’ya gitmişti. İşi onu zamanla Finlandiya Körfezi’nin üzerinde yer alan malum limana getirmişti. Pazar yeri boyunca sürdükten sonra atından indi, önünde batmakta olan güneşin aydınlattığı denizin sakin dalgalarına doğru gözlerini çevirdi. Bir grup balıkçı teknesi akıntıyla birlikte kıyıya yanaşıyor, birkaç ticari gemi de kıyıda demir atmış bekliyordu. Kıyının yakınlarında, rıhtım görevi gören, yontulmuş bir kaya yığınına demir atmış, ihtişamlı, uzun bir Viking gemisi güverte yelkenini açıyordu. Gemi boyunca sıralanmış beyaz kalkanları görünce gözleri parladı. Bu geminin, kendi vatanı Norveç yakınlarından geldiğini biliyordu. Fiyortların savaşçılarıyla sohbet etme fırsatı pek sık karşılaştığı bir durum sayılmazdı. Geminin çevresinde gürültülü bir kalabalık toplanmıştı. Kalabalığa doğru ilerledi, aralarından birinin sergilediği başarının övünçle haykırıldığını duydu. Sigurd kalabalığa karıştı, borda iskelesine çıkmış, bıçakla jonglörlük yapan bir genç gözüne çarptı. Sigurd, yanındaki tüccara sordu: “Kimin oğlu?” “Kimin oğlu olduğu beni ilgilendirmiyor,” diye yanıtladı tüccar. “Viking soyundan olabilir; bir Viking’in ruhunu, kanında denizin tuzunu taşıyor. Aynı kanı taşımayan biri o çocuğu ehlileştiremez. Adına gelince, eğer gerçekten varsa tabii, sahibi ona Reasthrall diye sesleniyor.” “Onu satın alıp, Kraliçe Allogia’ya sunmak üzere Holmgard’a götürmek istiyorum,” dedi Sigurd, henüz kim olduğunu ve tüm Norveç halkının kaderini değiştireceğini bilmediği genç köleyi izlerken.