Yaşamın vücudunu terk etmekte olduğunu hissettiği anda yanındayım. Acılarına rağmen, onu, yolları altınla döşeli, tüm dertlerin dermanının bulunduğu gökyüzüne almaya hazırlanan altın borazanlı melekleri görebiliyordu. Onu soymama, yıkayıp tıraş etmeme izin verdi. Tertemiz çarşaflar içinde tertemiz yatıyordu; bana öyle geldi ki, ruhunun doğruların edebi istirahatgahına yükselmekte olduğunu hissetmenin tadını çıkarır gibiydi. Bir kadeh şarap istedi. Şarabı büyük bir hazla içerken,yüzünde acılaran neden olduğu tüm kırışıklar yok olmuştu sanki. Elimi tuttu: Bu evde benim ağzımdan Türklere karşı nefret dolu tek bir söz duydun mu? diye sordu; Nefret asla iyilik doğurmaz, Hıristiyanlığa ait bir duygu da değildir. Her şeyi unut, Türkleri affet ki ben cennete gitmeyi hak ettiğime emin olayım. Gözlerini yumdu. Yaşayan ölülerin, bir büyükannenin bağışlayıcı suç ortaklığını hiçbir zaman tatmayacak olan çocukların kaderinin ne olacağını düşünmeleri mümkün müydü? Dünyamız, kederli anlarında teselli bulabilecekleri büyükanne ve büyükbaba kucağına sahip olanlarla, bizim gibi elinde bakıp avunacak bir tek resim bile olmayanlar arasında ikiye ayrılmıştı. O sırada onlar kurşun askerlerle, Noeb Baba'nın getirdiği trenlerler, bebeklerle ve bilyelerle oynarken, bizler fabrika artığı tahtadan trenlerle kayıp ülkenin yollarını arıyorduk. Birbirimizden yalnızca bir sokak ötedeydik. Nazım can: çözüm üretmek lazım. Tanık olduklarımız, ne kadar yetersiz olduğumuzu gösteriyor. Bu doğru: Sadece dünyamızı yıkmakla kalmadılar, onu tekrar inşa etmeyi deneyeceğimiz bütün araçları da elimizden aldılar. Düş kırıklıklarıyla dolu yüzyılın sonunda felaketlerin en felaketi: Anımsamak, vicdanı rahatlatmaktan başka bir işe yaramaz.