Cenk yalnızdı, kızgındı, üzgündü. Birçok duyguyu bir arada yaşamaktaydı. Yalnızlığına arkadaş olan kaldırım taşlarıyla dertleşerek yürüyordu. Belediye, tozmasın diye mi sulamıştı yoksa Cenk ile birlikte mi ağlıyorlardı? Masmavi berrak gökyüzü, yağmur bulutlarına bırakmıştı Ankara semalarını. Melike gitmişti, hiç beklenmedik bir şekilde bitmişti her şey. Peki unutabilecek miydi Cenk? Araya uzun yollar ve anlamsız ihtiraslar girmişti şimdi, gereksiz bir hırs ve rahat yaşama özlemi. Böyle bitmemesi gerekiyordu bu aşkın, son perde böyle oynanmamalıydı. Cenk hüzün ile beraber bu ansızın bitişin şaşkınlığını da yaşamaktaydı. Başındaki ağrılar giderek artıyordu. Kaşlarını çatarak ağlamasına engel olmaya çalışıyor fakat olmuyor, yine de ağlıyordu. Yıllardır, tatlı bir duygu ile yanan sevda ateşinin bir anda küllenip bitmesine, bir çırpıda unutmasına imkân yoktu. Canı yanacaktı, gözlerindeki yaşların tamamıyla kuruması ve bu sevdayı unutması zaman alacaktı. Kim bilir, belki de ne gözündeki yaşlar kuruyacaktı ne de içindeki ateş sönecekti.