On, on beş adım ilerilere kadar gidip, önüme geçiyor, onu çoğunlukla; renk, renk bir çiçek kümesinin başında; merakla çiçeklere eğilmiş, küçük bir çocuğu sever gibi, sevgi ve şefkatle çiçeklerden birini ya da bir kaçını avuçlarına almış, koklar buluyordum. Adeta kendinden geçip, imgeleminde yarattığı başka dünyalara gitmiş, derin bir vecde girmiş gibi, yanından geçip gittiğimin farkına varamıyordu. Bu kendinden geçiş sırasında gözleri; o iri pırlantalar daha irileşmiş, renkleri biraz daha açılmış, derinliklerinde mutluluğun kıvılcımları çakarak hayalindeki hülyalı bir noktaya takılı kalmış, gözbebekleriyle gülümsüyor oluyordu. Bu anlar da zayıf yüzüne; dudaksız, minik ağzının kıvrımlarına göz bebeklerinden taşıp gelmiş gibi öyle bir tebessüm takılıyordu ki, ona; meleklere özgü, masum bir güzellik veriyordu. Yapmacıksız, saf bir mutluluğu simgeleyen, ruhunun derinliklerinden açıp gelen bu ak çiçekler ne kadar güzel, ne kadar çocuksu ve ne kadar sıcacıktı. Çok az insanın görüp hissedebildiği, güzelliğin ruhunu görüp, duyabiliyor olmalıydı.