Türkiye vardır ve korkmamaktadır. İki yüzyıl ayrı kaldığı aslına kavuşmak üzere yola çıkmıştır. Fırtınaya tutulduğumuz bir vakit ülkemizi sessizce Batı limanına çeken, deniz durulunca tekrar demir alan devlet aklına -kim ne derse desin- çok şey borçluyuz. Türkiye yeniden doğarken elbette cevaplanması gereken pek çok soru var: Çağdaşlık konusunda hangi noktaya geldik? Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor? Küresel dönüşüm iç dinamikleri niçin etkilemektedir? Bu bağlamda özellikle 20. yüzyılı yeniden okumak ve üzerinde durmak gerekir ki, son dönemi kolaylıkla anlayalım. Türkiye kendine -küresel ölçekte geçerli- yeni bir kimlik aramakla meşgul. Bu aşamada gelenek ile çağdaşlık arasında varılacak bir uzlaşı büyük önem taşıyor. Bu süreçte Türkiye kısmen kendine özgü bir yol tuttu. Demokrasi yolunda büyük mesafe katetti. Batılı ve Doğulu özellikler harmanlanırken, Türk milletinin yeni istikameti çizilmeye başlandı. Piyasa ekonomisi çerçevesinde sürdürülen bir kalkınmanın toplumsal şartları din ve millet anlayışımızı gündemin başköşesine oturttu, zira Batı ve Doğu ile sürdürülen yoğun ilişkiler kültürel bilincimizi ve farkındalığımızı tazeledi.