Her ne zaman, icat mucidinin celladına dönüşürse, mucidin yeni bir şeyler icat etmesi ve eski icadının köleliğinden kendisini kurtarması, var olması açısından olmazsa olmaz bir koşuldur. Acı, gözyaşı ve ölümle yoğrulan, çok zahmetli değişim sürecinin altında kıvranan tembel insan doğası, bir yandan değişime karşı kapanarak içindeki ötekileri, farklılıkları ve uyumsuz olanları bir değirmen taşı gibi öğütmeye devam eder. Ancak, öğütenin kendisi de, tıpkı icadının kölesine dönüşen mucitler gibi, belirli bir süre sonra kayıtsızlığın, acıların ve yok edici normatif değirmenin bir malzemesine dönüşür. Conrad, Atay ve Atılgan, ilk olarak insanın kendi eseri olan sosyal ve toplumsal kurumlarla kurduğu ilişkiye eğilir. Her üç yazar da bireyin karşısında, ondan daha güçlü hale dönüşen kurumlara şüphe ile yaklaşır. Tüm kurumlar, insanın hizmetine giren birer araç olmaktan çıkmış, onları yaratan aklın denetimini yapar hale gelmiştir. Toplumsal normlar, ilişkileri düzenlemek, refahı ve güvenliği artırmak, huzur ve barışı getirmek, bireye ferah bir varoluş imkanı sunmak bir yana, insanın içsel huzurunu yok eden, varlığına düşman, farklılığını içine almayan, darlaştırıcı ve yok edici birer unsura dönüşmüştür. Conrad, Atay ve Atılgan; sosyal, dini ve felsefi düzenin parçalandığı bir dünyada modern insanın gerçeklikle karşılaşmasını romanlarına taşır. Pek çok insani zaafı ortaya çıkaran geleneksel değerlerin dayandığı siyasi, sosyo-ekonomik ve psikolojik gerçekliğe karşı tahammül edilemez körlüğe savaş açarak ideal değerlerin peşine düşerler. Geçerli dış normların yokluğunda, insanın tepkilerini/davranışları-nı incelerken; insanın tekrar eden trajik sonuçların kısır döngüsü-nü kırıp, pek çok sancılı bireysel acılardan kaçınılabileceği düşüncesini, kurgu kişileri ile denemeye çalışırlar.