Her şey, kitaba adını veren ilk öykünün yazılmasıyla başladı. Öyküyü tamamladığımda daha önce başıma gelmeyen garip bir huzursuzluk yaşadım. Öykü bitmişti, ama benim iç hesaplaşmam bitmemişti. Kahramanlarıma haksızlık ettiğimi, onları orta yerde bıraktığımı düşünüyor; Mine, Sedat ve Tamer’in yaşadıkları parçalanıştan sonra ne yaptıklarını, iki çocukluk arkadaşının aradan geçen yıllarda nasıl bu kadar değişebildiğini merak ediyordum. Bir süre sonra, yeni bir öykü yazmak için masaya oturduğumda, kağıdın üzerinde kahramanlarımın çocuklukları ile karşılaştım. Beni geçmişlerini araştırmaya onlar zorladı. Sedat ile Tamer arasında eşcinsel bir ilişki var mıydı, müsveddeye benzetilen bir yaşam temize çekilebilir miydi, Mine’nin inandığı gibi ihanetin ilacı karşı ihanet miydi gerçekten? Bu sorulara yanıt ararken, kahramanlarımın değişik dönemlerini anlattığım bir dizi öykü çıktı ortaya. Her biri tek başına da okunabilen öyküler; tıpkı yaz boz parçaları gibi belli ipuçlarıyla birbirlerine bağlandılar. Bu açıdan, aslında bir öyküler toplamı olan Ten Yükü’ne, dikkatli okura karışık sunulmuş bir roman gözüyle de bakılabilir. Her ne kadar, parçaların yanlış yerleştirilmesinin, farklı okumalara açık bir kurguya sahip olan kitabın özünü zedelemeyeceğine inanıyorsam da, gönlüm, okurun Ten Yükü’ne kırılacak bir eşya duyarlılığıyla yaklaşmasından, doğru tabloyu oluşturabilmesinden yana.