Savaş ve savaşa bağlı krizlerde kamuoyu genelde büyük aktörler/güçler arasındaki mücadeleye ilgi gösterir. Savaşların gerçek mağdurları yani insanlar ve toplumların yaşadıkları ise sanki tali bir konuymuş gibi algılanır. Suriye’de 2011’den bu yana devam eden yakın tarihin en büyük insanlık dramında da durum çok farklı olmadı. Oysa Suriye’deki kirli savaşın kuşku yok ki en büyük kaybedenleri hayatlarını, vatanlarını, geleceklerini, umutlarını kaybeden, ülkeleri harabeye dönüşen ve birbirlerine karşı düşmanlık hisleri ile dolan, sığındıkları ülkelerde ‘istenilmeyen, endişe edilen’ duygusu ile yaşamaya, hayata tutunmaya çalışan Suriyeliler oldu. Yaşanan insanlık dramının ikinci sıradaki mağduru ise, ülkelerinden kaçmak zorunda kalanlara ev sahipliği yapmak durumunda kalan, çoğunlukla da kaynakları kısıtlı olan toplumlardır. Türkiye’nin 2011’den sonra yaşanan krizde çok özel bir yeri bulunuyor. Türkiye toplumu ile devleti ile olağanüstü bir çabayı ortaya koydu ve 6.5 milyon Suriyelinin yarısından fazlasına, yani 3.5 milyona tek başına ev sahipliği yapan ülke oldu. Türkiye’ye 2011 sonrasında çok sayıda Suriyeli olmayan sığınmacılar da geldi. Halen Türkiye’deki toplam sığınmacı sayısı 4 milyonu aştı. Yani 2011’de Türkiye’de sadece 58 bin civarında olan toplam sığınmacı sayısı 6 senede 68 kat arttı. Türkiye’de kayıt altına alınan Suriyelilerin sayısı Türkiye nüfusunun % 4,3’üne ulaştı. Halen Türkiye’deki Suriyelilerin % 94’ünden fazlası Türkiye’nin her yerine dağılmış biçimde kentsel alanlarda yaşıyor. Türkiye’de doğan Suriyeli bebek sayısı 325 bini aştı, günde ortalama 305 yeni Suriyeli bebek daha Türkiye’de dünyaya geliyor. 600 bini aşkın Suriyeli çocuk okula gidiyor, 1 milyon civarındaki Suriyeli çalışıyor. Toplumsal yaşamın bütün dinamikleri, olumlusu ve olumsuzu ile kendini hissettiriyor. Arzu edilen Suriye’de barış ve huzurun sağlanması ve Suriyelilerin evlerine dönmeleri olsa da, bu beklenti ile gerçeklik arasındaki ‘makas’ kapanmayacak kadar açılmıştır. Siyaset ne kadar plan yaparsa yapsın, konu ne kadar ‘geçicilik’ çerçevesinde ele alınırsa alınsın, göçün fıtratındaki kalıcılık, geriye dönüşü olmayacak şekilde kendini belli etmektedir. Yani, büyük bir mucize olmadıkça, Suriyelilerin çok büyük bir bölümü ile artık hep birlikte yaşayacağız. O halde olası ortak geleceğin huzur ve insan onuruna uygun biçimde nasıl sağlanacağı konusunu önceliklemek, süreci sağlıklı verilerle yönetmek gerekmektedir. Prof. Erdoğan, bu çalışmanın, 2011’den bu yana yaşanan süreci anlamaya, tanımlamaya ve ardından da insan onurunun gözetildiği, hak temelli, huzurlu(ve muhtemelen) ‘ortak’ bir geleceğin altyapısı için akademya ve politika yapıcılarına sağlıklı veri sağlamayı hedeflediğini ifade etmektedir.