Dünya edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Stefan Zweig’ın eserleri arasından sizler için seçtiğimiz 8 kitap set halinde bir araya getirildi. Zweig’ın bu setteki kitaplarını zevkle okuyacaksınız. Satranç Kendi şahsi deneyimlerimden, bu “kral oyununun” gizemli cazibesini biliyordum. Geçmişteki insanların icat ettiği oyunlar arasında satranç, olağanüstü bir şekilde şansın despotluğundan sıyrılıp sadece zekâyı ya da daha doğrusu, özel bir tür zihinsel kabiliyeti mükâfatlandıran yegâne oyundu. Zweig’ın Brezilya sürgününde tamamladığı en ünlü yapıtlarından biri olan Satranç, yazarın 1942'deki intiharından çok kısa bir süre önce yayınevine gönderilir. Bu, Zweig'ın Nazizmi incelediği bir hikâyedir, ve bu eleştiriyi karakterlerinin psikolojisi üzerinden derinlemesine bir anlatımla yapar. Birbirine karşıt karakterlerle içinde bulunduğu dünyayı tanımlamayı başarır. Satranç oyununun karelerinde ilerlerken Zweig'ın olağanüstü kavrayışının keyfine varacaksınız. Virata ya da Ölümsüz Bir Kardeşin Gözleri Bu, vatandaşları tarafından erdemin dört adıyla şereflendirilen Virata’nın hikâyesidir. Yine de âlimlerin kitaplarında ondan hiç bahsedilmez. Anısı, insanoğlunun hafızasından aktarılır. Bu anlatılan, bir savaşta farkında olmadan kendi abisini öldürüp yaşadığı pişmanlık ve sorgulamalardan sonra kılıcını sonsuza dek elinden bırakan, günahsız bir hayat yaşama peşinde acı çeken Virata’nın öyküsüdür. Büyük Hint destanı Mahabharata’dan aldığı bu hikâyeyi kendi dilince yeniden yazan Zweig bizleri Virata’nın öyküsü üzerinden hayat üzerine düşünmeye davet ediyor. Sahaf Mendel Bu çarpıcı adam kitaplar dışındaki dünyaya dair bir şey bilmiyordu, çünkü onun aklına göre varoluşun tüm olgusu sadece, tabiri caizse onları arındıran bir süreç olan harflere döküldüğünde ve bir kitapta toplandığında gerçeğe dönüşüyordu. Sahaf Mendel’de kitaplara olan tutkusundan başka hiçbir şeyi olmayan Mendel’in trajik hikâyesini okurken savaşın ve açgözlülüğün insanı parçalayan, onu yok sayan niteliğine de Mendel’in hiçe sayılan hayatı özelinde tanık olacaksınız. Kitaptaki diğer öykü olan Leporella ise, hizmetçilik yapan bir kadının kendi sınıfsal konumunu göremeyişinin ve yaşadığı çatışmaların bir anlatısını sunar. Zweig’ın usta kaleminden çıkan bu öyküleri keyifle okuyacaksınız. Korku Korku, cezadan daha berbattır çünkü ceza bellidir. İster ağır, ister hafif olsun. Evli bir kadın olan Irene, ünlü bir piyanist olan genç adamı bir akşam etkinliğinde tanımış, o günden sonra da öyle çok fazla istek duymadan, hatta farkına bile varmadan adamın metresi olmuştu. Ne evliliğindeki mutluluğu ne de kadınlarda çok görülen, manevi ilişkilerin getirdiği o yorgunluk onu kendine bir âşık edinmeye itmişti. Kültürel açıdan kendinden üstün zengin bir koca ve iki çocuğunun yanında gayet mutluydu. Kendi uyuşuk ritminde giden rahat, sakin, mutlu bir hayatı vardı. Fakat havada nasıl boğuculuk veya fırtına gibi insanı tahrik eden bir durgunluk varsa, mutluluğun da aynı şekilde insanı felaketlerden daha çok ayartan bir yumuşaklığı vardır. Söz konusu tahrik olunca toklukla açlık birdir. Zaten Irene’de maceraya karşı merak uyandıran şey de hayatının tehlikesizliği ve eminliği oldu. Gelen bir şantaj mektubuyla her şey tersine dönecek ve onun tüm düzenini altüst eden bir korkuyu açığa çıkaracaktır. Geçmişe Yolculuk Aşk, bedenin karanlığında acı içinde gelişen bir cenin olmaktan çıkıp kendini dudaklarla ve nefesle itiraf etmeyi göze aldığında ancak gerçek aşk olur. Kozasında kalmak için ne kadar uğraşsa da, bir an gelir kozanın gözyaşlarının çapraşık dokusu çözülür ve yaşlar yükseklerden en uzak derinliklere akar, ürkek kalbe büyük bir güçle düşer. Genç adam için bu hayli geç olmuştu… Usta yazar Stefan Zweig’dan insan ruhunu açmazlarıyla ortaya seren bir öykü Geçmişe Yolculuk. Genç bir adamın özgürlük, yükselme arzusu, aşk ve görev arasında yaşadığı çatışmaları okurken insan denen varlığı oluşturan dürtülerin gücüne de tanık olacaksınız. Dürtü Seni kim bekliyor? Kıyım ve ölüm, belki, ama başka kimsenin beklediği yok! Uyan, Ferdinand, özgür olduğunu gör, tamamen özgürsün, kimsenin senin üzerinde bir yaptırımı yok ve kimse sana emir veremez; dinle, özgürsün, özgür, özgür! Bunu sana binlerce kez söyleyebilirim, on bin kere, her saat, her dakika, sen bunu hissedinceye kadar! Sen özgürsün. Özgür! Özgür! Vatan denilen toprak parçasının yeni ölü bedenler isteğiyle yaptığı çağrıyı duyunca içinde engel olamadığı bir gitme dürtüsüyle ayağa kalktı Ferdinand. Oysa gitmek, ölmek, öldürmek istemiyordu ama onun iradesini ele geçiren başka bir güç vardı. Bir yanda özgürlüğü öte yanda bir nesneden öte görülmediği, ondan itaat bekleyen anavatanın çağrısı. Zweig, Ferdinand’ın yaşadığı bu ikilem üzerinden milliyetçilik ve faşizmi sorguluyor. Zevkle ve düşünerek okuyacaksınız. Amok Koşucusu Amok, sarhoşluktan ve çılgınlıktan da öte bir şey… Bir adamı kuduz köpek gibi davranmaya şartlayan, onu cinayete meyilli bir akıl hastasına dönüştüren bir durum... Tuhaf ve korkunç bir zihinsel hastalık... Bu adam, tıpkı o kadın beni görmeye gelmeden önce odamda oturduğum gibi sessiz sakin bir biçimde köşesinde oturuyordur. Sonra birden ayağa fırlar, kamasını kapar, sokağa çıkıp doğruca koşmaya başlar, nereye gittiğinin bir önemi yoktur. Yoluna kim çıkarsa kamasını ona saplar ve dökülen kan onun daha da çıldırmasına yol açar. Herkes bu çılgın adamı ölümden başka hiçbir şeyin durduramayacağını bilir. Yolundan hızla çekilirler ve ‘Amok! Amok!’ diye bağırarak diğerlerini uyarırlar. Amok koşucusu bu sayede koşar, öldürür, öldürür, öldürür, ta ki kudurmuş bir köpek gibi vurulup öldürülene dek. Ondan yardımını isteyen bir kadını, kibri yüzünden reddeden bir doktorun sonrasında yaşadığı pişmanlık nedeniyle kendiyle giriştiği savaşımın hikayesidir bu. Yaşanan en temelde, toplumsalın ona yüklediği görev sorumluğu ile denetlenmesi gereken dürtülerin arasında var olan ikilemdir. Bu süreç insanı öncesinde hiç tahmin edemeyeceği çılgın bir ölüm koşusuna sürükleyebilir. İnsanı derinliğiyle kavramış bir yazar olan Zweig bu önemli yapıtında insanın varoluşsal çelişkilerini ustaca bir anlatımla okuyuculara sunuyor. Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Yalnızca seninle konuşacağım. Bütün ömrümü, sana adandığından haberin olmayan bu ömrü, sana anlatacağım. Sırrımı ancak artık hayatta olmadığım zaman bileceksin, bana bir cevap borçlu olmak zorunda kalmadığın zaman, soğuk terler dökmeme sebep olan şey sona erdiğinde. Ürperdi. Birdenbire kapı, görünmeksizin ardına kadar açılmış ve başka bir âlemden gelen soğuk bir esinti, sessiz odasına dolmuştu. Ölümün varlığını ve ölümsüz aşkı hissetti. İçinden bir şeyler kopup gitti ve adam tinsel, arzu dolu ve ölümsüz kadını uzaklardaki bir müziği duyarcasına, tutkuyla düşündü. Ünlü bir yazar, kimliği belirsiz bir kadın tarafından yollanmış olan ve, Beni hiç tanımamış olan sana hitabıyla başlayan bir mektup alır. Yazarın haberi olmadan onun çocuğunu doğurup büyüten ve yazara karşı sınırsız bir tutku besleyen bir kadının mektubudur bu. Kadın, çocuğunun ölümünün ardından bir veda niyetine yazmıştır bu itiraf mektubunu. Bu mektupla aşkın gerçekte ne olduğu, ne olması gerektiği ve sınırları hakkında düşünmeye davet ediliriz. Zweig bu uzun öyküsüyle adeta bir erkek ile kadın arasındaki duygusal karşıtlığı ortaya koyar. Bir kadın aşkı uğruna her şeyi yapabilir.

Benzer Kitaplar