Havada içimize çekmeye korktuğumuz bir koku var sanki. Ne kadar engel olmaya çalışırsak çalışalım dört bir tarafımızı sarmış yoğun bir etkinin altındayız. Her yeni gün bir önceki günden farksız... Her sabah sıcak yatağımızdan kalkıp, teknolojinin getirdiği nimetlerden faydalanmak yerine, o teknolojinin yarattığı hızın köleleri “sıradan insanlar” olarak yollara düşüyoruz. Kendimizi anlatamıyor, derin bir yalnızlık ve mutsuzluk duygusu içine hapsoluyoruz. Peki neden? Halbuki en iyi bildiğimiz sorulardan cevaplamaya başlamıştık biz hayatı. O üç yanlış bir doğrumuzu götürmeseydi her şey çok başka olur muydu bizim için? İnsanın, kendini kutsal saydığı alanlardan çekildiği gri bir dönemdeyiz. Dijitalleşmenin içinde barındırdığı yas çağrısı da bu yüzden var. Küreselleşme tecrübesi, dijitalleşmenin getireceği yeni bir gelecek tasarımında, gücün hegemonik bir iktidar anlayışından yana olacağını hepimize acı bir şekilde göstermişti oysa. Peki bugün dört elle sarıldığımız teknoloji ve dijitalleşme hangimiz için güzellikler vaat ediyor? Sahil kasabasında butik restoran açmayı hedefleyenlerin, alıştıkları korkularının yerini yenileri alıyor. İnsan ölüyor ve biz bir neslin yasını tutmaya başladık bile. Geleceğin tanrıları denen yeni bir insan türünün bizim için biçtiği role alışacak mıyız yoksa bugün aldığımız kararlarla, çaresizliğimizden sıyrılıp daha güvenli ve mutlu bir dünya için yeni çözümler mi inşa edeceğiz? Korktuğumuz için dillendirmediğimiz şeyleri yazmaya, anlatmaya ve tartışmaya ne zaman başlayacağız? Mutluluğu aramaktan yorgun ve vazgeçen insan ile gitgide akıllanan makinelerin koşar adım bütünleşmeye gittiği bugünlerde, gelecek için adaletli, özgürlükçü ve “insanı” mutlu edecek bir reçete üzerinde uzlaşmamız; maddenin, mana ile mücadelesinde yeni bir denge bulup birlikte kazanmanın yeni yollarını keşfetmemiz gerekiyor. Hemen bugünden...