“An’da kalmak ne demek? Hafta sonu nereye kaçalım veya akşam ne yemek istersin, diye sorsam beni terk eder mi mesela? Yoksa sadece dilediği zaman gidebilme özgürlüğü mü istediği? Kim, istediği zaman gidemiyor ki? Gitmek isteyen birine kim “dur” diyebilir ki? Gitme, desem, bırakma beni, desem gitmeyecek mi sanki? Gitmeyi kafasına koymuş birini yanında tutmaya hiç kimsenin gücünün yetmeyeceğini, çok acı tecrübelerle öğrendim ben. Gidesi varsa gidecektir, seni darmadağın bir oda gibi, yıkılmak üzere bir bina gibi, çürümekte olan bir çiçek gibi, donmak üzere olan bir köpek gibi de olsa bırakıp gidecektir. Yanında kalsa bile gidecektir. Esprilerine gülmeyecek, akşam yemeği için seni beklemeyecek, kafasına takılan bir şeyi başkasına soracak, altını çizdiği cümleyi başkasına okuyacak, belki geceleri başkasını düşleyecek, en kötüsü de sen ağlasan bile ağladığını görmeyecektir. Bir gün benden sıkılsa ve gitmek istese, onu yanımda ne tutabilir ki?” Günümüzde bireyin topluma yabancılaşması sorunu kendini en çok mekânda (genelde kentlerde ve özelde çalışma ortamlarında) göstermektedir. Bu yabancılaşmadan kurtulmanın yolu, belki de, bireyin özgürleşmesinden geçmektedir. Evrim Ulusan, bu ilk romanında, mekânı şekillendirme yetisi ve yetkisine sahip bir mimar olan Emek’in bu yabancılaşmadan kimin sorumlu olduğu, içinde bulunduğumuz şartlarda özgürleşmenin ne kadar mümkün olduğu, çözümün kimin elinde olduğu, hepsinden öte özgürlüğün ne olduğuna dair sorgulamaları eksenindeki hikâyesini anlatıyor.