Psikanaliz çoğunlukla bir “erkek işi” olarak algılanmıştır. Ne ki psikanaliz tarihine kadınlar da, hem de daha ilk zamanlardan itibaren katkıda bulunmuştur. Hasta, talebe, pratisyen olmuş ve çoğu zaman hayatlarını tehlikeye atma pahasına Viyana’da Freud’un, Zürih’te Jung’un ortaya koydukları teorilerin geliştirilmesinde önemli rol oynamışlardır. Yirminci yüzyılın başlarında psikanalizin öncü kadınları ruh hakkında ilk adımlarını atmaya başlamışlardır: İlk kadın psikanalist EmmaEckstein gibi, Freud’un sadık savunucuları LouAndreas-Salomé ya da Marie Bonaparte gibi… Erkek meslektaşları onlara önce şüpheyle bakar ama bir süre sonra üniversite sıralarını onlarla paylaşacaklardır. MargaretheHilferding tıp doktoru çıkar ve kapalı bir çevre olan Viyana Psikanaliz Derneği’ne kabul edilen ilk kadın olur. 1920’de, Lahey’deki kongrede neredeyse hepsi oradadır: Anna Freud, MelanieKlein, SabinaSpielrein, HeleneDeutsch, EugénieSokolnicka ve HerminevonHug-Hellmuth. Avrupa’da o dönemde kadınlar kendi davaları için harekete geçmişken, ruha gönül veren kadınlar bilinçdışı, kadın, cinsellik ve çocuk hakkında yeni bir bakış getirirler. Ruhun Kadınları, kimi zaman trajik ama her zaman sıradışı bir hayat sürmüş yirminci yüzyılın on dört kadınını anlatıyor, anıyor. Onlar olmasaydı bugünün kadınları başka türlü düşünme hakkına sahip olamazdı. Isabelle Mons Karşılaştırmalı edebiyat doktorası yapmıştır. Dişil yazın ve edebiyat sanat ilişkisi üzerine çalışmalarını yürütmektedir. 2012’de LouAndreas-Salomé adlı biyografiyi yayımlamıştır.