Yeşil çuhalı çok çekmeceli yazı masalarını, deniz fenerlerini, Ming mavisi ejderhalı çay fincanlarını, günlük yazmayı, atlasları, seyahatnameleri, Rhapsody in Blue’yu, sarı rengi, bütün alfabelerdeki harfleri, Sabite Tur Gulerman’ı, şahmeranlı çamaltı resimlerini, adaları, defter kaplamayı, ikonaları, kirpiyi, Maria Callas’yı, kurşun kalemleri, yedi kapılı bir yıldız gözlemevi yaptırıp pembeden başka renk kullanmayı yasaklayan mihrace Jai Singh’ın bir türlü gidemediğim harikalar diyarı Jaipur şehrini, başkalarınca tutulmuş not defterlerini, Dino Buzzati’nin Tatar Colu’nu, sessiz sedasız hayatımızdan çekilmiş Remington daktiloları, idare lambalarını, Polonya mızıkalarını, mürekkep şişesi biriktirmeyi, huş ağacını, Giotto, Fikret Mualla, Francis Bacon, Hopper, Neş’e Erdok ve halk ressamı Zileli Emin’i, yandan çarklı nehir gemilerini, Mississippi’nin caz müziklerini, tren istasyonlarında unutulmuş buharlı lokomotifleri, Tarkovski, Fellini, Pasolini, Kieslowski ve Ömer Kavur’u, Gogol’un katip Akakiy Akakiyeviç ile Anayurt Oteli’nin Zebercet’ini ve gazetelerdeki cinayet haberlerini kesip saklamayı çok seviyordum.