İnsan bir gün virgülü kaybetti. Virgül olmayınca noktalı virgül de yok oldu. Basit cümlelerle meramını anlatmakta zorlandı; istek ve tercihlerini söyleyemedi. Sonra noktayı da kaybetti insan. O zaman cümleler birbirine karıştı. Anlamsız ve sığ sözcüklerle duygularını ifade etmekte aciz kaldı. İnsan soru işaretini de kaybedince soru sormayı unuttu. Sorgusuz sualsiz, işittiği her şeyi tıpkı bir papağan gibi tekrarladı. Bir gün ünlemi de kaybedince heyecanları, hayret ve hayranlığı da kaybolup gitti insanın. Sonuçta parantezler, tırnak işaretleri, tireler, kesmeler de peş peşe kaybolunca ne oldu? Sadece uyudu! Nefes aldı! Beslendi! Dünle bugün arasındaki farkı anlamadı! Bir gün karşısına birisi çıktı ve ona doğayı dikkatle incelemesini önerdi. Şunları söyledi usul usul kulağına: “Yüce Yaratıcı’nın kudret ve yaratıcılığını mı görmek istiyorsun? İşte içinde bulunduğumuz evrenin o akıl almaz derecedeki büyüklüğü! Onun ilmini ve nûrunu mu merak ediyorsun? İşte o minnacık hücrelerdeki kımıldayan hayat! Onun rızkını ve cömertliğini mi anlamak istiyorsun? İşte ayağının altındaki toprak! Onun merhametini ve Rahmaniyetini mi bilmek istiyorsun? İşte yeryüzünü ısıtan ve aydınlatan güneş! Doğaya bir bak! Gör! Sesleri, ışıkları, yemyeşil yaprakları, usul usul açan çiçekleri, ağaçtaki binbir çeşit meyveyi, otlaklarda bir damlacık süt vermek için koşuşturan kuzucukları, denizde oynaşan balıkları; suyu, havayı ve toprağı anla ve öğren! Kanatlarını oynatan kelebeği gör! Çiçeğe konan arılara bak! Semâyı bir uçtan bir uca kaplayan, ışıl ışıl parıldayan yıldızları incele!” İnsan uyandı, aydınlandı, öğrendi ve bildi! Şimdi insanın belleğinde bütün yazı işaretleri hazırdı!