Mevlânâ’nın buyurduğu gibi; Gece Üstadıma sordum kaç kez: Bana bu dünyanın sırrını söyle tez. Üstadım cevap verdi gülerek: Bu sır ancak bilinir söylenemez. İnsanoğlu, yaradılışından bu yana hep daha da yükseklere ve gökyüzüne bakarak tefekkür etmiş, semada parlayan yıldızlarla hayal kurmuş, şimşeklerden yıldırımlardan korkmuş, ama ateşi kazandırdığı için de çok yararlanmış; ay, güneş ve diğer gökcisimlerini tanrılaştırmış; kutsalları daima yükseklerde gökyüzünde daha doğrusu fizikötesi semavî âlemlerde aramış, aradığına ulaşmak için çalışıp çabalamış, hep illâki de gökyüzü demiş! Bu nedenle, insanoğlunun dünyada var olduğundan beri, evvel ahir yeryüzüne dikmiş olduğu, cinsi cibilliyeti ne olursa olsun, hemen hepsi tapınma veya gözlem amaçlı; menhir, monolit, obelisk, direk, ziggurat, piramit, kilisenin çan kulesi, caminin minaresi ve Masonluktaki B&J dâhil, taşıyıcı fonksiyonu olmayan bütün sütunlar; insanın göklere uçamasa bile, manen gökyüzüne çıkıp tanrılara ulaşmasına veya en azından sesini duyurmasına vasıtadır. Daha da önemlisi bu sütunlar Tanrı katındaki kutsal dünyevî ve uhrevî bilgileri öğrenmesinin aracı olarak tasarlanan merdivenlerdir.