“Ruhi aklını kaybetmişti. Ama onda aklın yerini, aklın boşluğunu dolduran başka bir şeyler almıştı sanki. Belki de bu akıl denen şey tamamen kaybolmuyordu. Çünkü esnafa göre Ruhi etrafında olup bitenlerin farkındaydı, konuşulanları anlıyor, sorulan sorulara mantıklı cevaplar veriyor, hayatına diğerlerinden biraz farklı bir üslupla da olsa devam edebiliyordu. Daha da ötesi, esnaf kendisi gibi ‘normal’ bir insanda olmayan bazı yetenek ve sezgilerin onda var olduğunu düşünüyordu. (...) Ruhi’yi kendine doğru çeken iki ip vardı, aklın ipleri gevşedikçe denge bozuluyor, doğanın hâkimiyetindeki yeni dengede sezgi ve içgüdü karmasının ipleri Ruhi’yi kendine daha güçlü çekiyordu.” Deli”ye, onun gerçekliğine, hayat tarzına, hayat görüşüne hem akılla hem gönül gözüyle bakıyor Nilgün Sonkan; ve “deli”nin, onunla ilişki içindeki “normal”lerle bir ortak hayatı, bir fiilî ve duygusal alışverişi olduğunu gösteriyor. “Normal” ile “deli” arasındaki sınıra takılıp kalmadığımızda görebileceklerimizi gösteriyor böylelikle. “Deli”, kendi bedeniyle ve başkalarıyla kurduğu ilişkiyle, sokakta nasıl bir yaşam kurar? Onun oyun ve hikâye kurma “performansı” nasıl bir bir varoluş tarzı meydana getirir? Sokaktaki delinin bilfiil aralarında yaşadığı esnafın onunla ilişkisi nasıldır? Geçmişinde bir felaket yaşamış, bahtsız olduğunu düşünerek acımaktan, tekinsiz görerek korkmaya veya onda bir azizlik, bir keramet görmeye kadar; onun “deliliğini” nasıl açıklar, yorumlarlar? Koruyup kollamaktan, kovup dışlamaya, sataşmaya, idare etmeye, iş vermeye veya eğitmeye çalışmaktan, ondan “gösteri” beklemeye, onun hikâyesine katılarak oyun oynamaya... nasıl davranırlar ona? Sadece zengin gözlemlere dayanan bir “saha çalışması” değil, insanlık hallerimiz üzerine düşündüren, şefkatli, sıcak, capcanlı bir anlatı.