Kaymakam tekrar sordu: “Senin kimin kimsen var mı?” “Bunlardan başka kimsem yoktu!” Çocuğun bu metaneti orada bulunanların kalbini parçalıyordu. Zaten, bir felakete huzur ve itidalle tahammül edenlerin manzarası, o felaket için ağlayıp çırpınanların manzarasından çok daha korkunç ve ezicidir. Kuru ve sabit gözlerin arkasında nasıl bir ateşin yandığı; yavaşça kalkıp inen göğsün içinde nelerin kaynadığı bilinmediği için insan sürekli bir ürkeklik ve tereddüt içinde üzülür... Kaymakam küçük Yusuf’un elinden tuttu, kendine doğru çekti. Gözleri yaşarmış gibiydi. “Gel benimle öyleyse...” dedi. “Nereye geleyim?” “Benimle gel... Benim yanımda kal. Ben seni baban gibi severim, olmaz mı?” “Beni babam gibi sevemezsin ama geleyim. Senin de kimin kimsen yok mu?” “Var, var ama sen de gel. Benim oğlum ol. Benim hiç erkek çocuğum yok!” Yusuf’u çenesinin altından tuttu, başını yukarıya doğru kaldırdı. Fakat Yusuf silkindi ve başını çekti. Yavaş yavaş odanın bir köşesine çekildi. Tahkikat bitip hiçbir iz bulunmadan kasabaya dönülürken Yusuf da beraberdi. Köyden tedarik edilen küçük bir atın üzerinde dimdik duruyordu. Yalnız gece, Kaymakam’ın evinde yatağa yatırıldığı zaman, kendini kaybetti ve iki gün ateşler içinde sayıkladı.