Siz hiç oyun oynarken arkadaşınızın parçalanan ciğeriyle baş başa kaldınız mı? O parçalanmış bedeni, herhangi bir olay gibi düşünüp yaşamınızı sürdürmeye çalıştınız mı? Anılarınızı, kökeninizi mecburiyetten bırakıp bir bilinmeze gittiniz mi? Dağları, tepeleri, toprağı ev bilirken apartman boşluklarına sıkıştınız mı? Kimliğinizi haykırmak isterken, ölmemek için isyanınızı bastırdınız mı? Türkiye’nin bilinen ama ne kadar yazılsa ne kadar anlatılsa hep eksik kalan hikâyesinin romanı Koca Karınlı Kent. Sis! Kayboluş! Aydınlık! Gelecek! Uzak mı yakın mı, bilemiyorum. Avucumdaki hiçlik orman yangınına dönüşüyor… Özgürlüğün yağmuruyla ıslanmasam, yıkanmasam, boğulacağım. Vakit geldi! Her şey anlamsız. Gitmeliyim, anlama kavuşmak için… Ruhumun acısı bedenimi sarıyor. Acımı doyurmalıyım, sağaltmalıyım. İnsan bir giz işte! Sis çözülüyor, kent uyanıyor. Parlak ışık lekeleri pencereye dokunup geçiyor… Karışık bir denklemin çelişkisinden kurtuluyorum, kurtulacağım… Durmak, koca karınlı kentlerin karnında inlemek yok oluş değil de nedir? Suzan Samancı, insanın toprağına hasretinin, istihbarat ağının aşka demir atmasının, bir sevdanın yaşam boyu sürülen izinin romanını Koca Karınlı Kent ile yazıyor...