Düşünce ancak bir bilgi üzerine yürütebileceğine göre bilginin diğer bütün konulardan önce ele alınması bir zaruretten doğmuştur denilebilir. Gerçek İslam düşüncesi olarak kabul ettiğimiz, imanın aklîleştirilmesi vazifesini üstlenmiş ve bunu da kendi sınırları içinde hakkıyla vazifesinin üstlenmiş ve bunu da kendi sınırları içinde hakkıyla yapmış olduğunu iddia ettiğimiz kelâm ilminin büyük alimleri bir bilgi nazariyesi ile eserlerine başlamayı adet edinmişlerdi. İnanç bilgi üzerine bina edilebileceğine göre bunu bir kaçınılmaz vakıa olarak kabul etmek durumundayız. Bilme, akletme ve buna göre hayatını düzenleme imkanına sahip olma, insanı değer bütün varlıklardan ayıran en asli özelliktir. Bunun içindir ki; felsefî düşünce gelişmeye başladığı andan itibaren düşünürler bilme fiili ve onun problemlerini hakkında kafa yormuşlardır. Ancak tefekkür ve aklîleştirme ile insan yeni bir inancı ortaya koymamaktadır. Çünkü islâmî imanın temeli, beşerî keşf ya da tecrübeye dayalı becerinin mahsulü olan bir tefekkür sisteminde aranamaz. Bu temel, tarih içinde Allah’ın tarihe iradî bir müdahesinden ibaret olan kitap haline dönüşmüş ilâhi kelâmda tamamiyle mevcuttur. Bu ilahî müdahale olmaksızın beşeriyetin böylesine ulvî ve mücerret bir inanca ve onun neticesi olan mekârim-i ahlaka ulaşması imkanı yoktu.