İnsan, var olmasıyla birlikte, düşünce ve tefekkürün haz ve çekiciliğinden kendisini alamamıştır. Çünkü insanı özgün, orijinal ve ayrıcalıklı kılan en önemli yönü, bu niteliklerinde gizlidir. Düşünen bir varlık olarak insan, medeniyetlerin ve kültürlerin inşa sürecinde bu özelliklerini bilfiil göstermiş ve ispatlamıştır. Bu anlamda düşünce ve fikrin sahibi tek bir milletle, ırkla veya dinle sınırlandırılamaz. Düşünce imâli ve üretimi, insanlığın ortak mirasıdır. Medeniyetler ve kültürler, bu mirasın birbirlerine devredilmesinde bir vasıta olmaktan başka bir anlam taşımamaktadırlar. İşte bu çalışma, felsefenin köklerinden başlayarak, Ortaçağ’a kadar olan bir düşünce seyahatinin ana filozof ve sistemlerine bir bakış açısını ortaya koyma çabası içerisinde olmuştur. Bu çerçevede felsefenin insan, toplum, tabiat ve Tanrı’yla, aşkın alanla olan ilişki ve bağları sergilenmeye çalışılmıştır. Zira insandan ve var olan hayattan kopuk bir düşüncenin uzun ömürlü olması mümkün değildir. Nitekim hakikatin ve varlığın anlamını, ancak bilgelik talep eden bilge severler, filozoflar bilebilir ve hissedebilirler.