Kişilikleri en çok zorlu süreçlerde tanırdık. Çünkü ölümle her an atbaşı giden bir atmosferdeydik. Her gün ölen hücrelerin seni fiziki olarak büyük acı içine koyuyordu. İşte böyle bir anda, ruh sağlamlığı varsa, iradeye hakimsen, ölüme gülerek gidiyorsan, inancın ruhunu kucaklamışsa, sen ölümü de düşmanı da kahredersin, ürkütürsün. Tersi durumda da ölüm korkusu seni yavaş yavaş ihanete götürür. Bir ölümle ve bir yaşamla oynaşırsın. İhanete göz kırpan zayıflıkların gözlerine, yüzünün rengine yansır. Yüzün korkuyu, umutsuzluğu emmiş gibi çirkinleşir. Hep tedirgin, hep gergin, hep hırçın olursun, ağlarsın, battaniyenin altında gizlemeye çalışırsın o korkuyu ve daha çok korkarsın. Yaşamdan elini eteğini çekmiş gibi olursun, konuşmazsın çevrenle. Sözle, bakışla içindeki çirkinliği kusarsın yanıbaşındaki ölüm yolcusu yoldaşına. Ölüme beraber gidenlerin yoldaşlığı değildir bu. İnsanları tanımak çok önemli. Zor anlar, bu tanımanın en net, en objjektif anlarıdır. Bir eriyiğin çözülüşü gibidir. Kişilik çözüldükçe çözülür. Bütün yanları çırılçıplaktır, örtüneceğin bir parça nesne dahi bulamazsın. Tabii bu gerçeklik görülmek istenirse böyledir. Gören göz ve yüreğin olması gerek! Yoksa çıplak olana bu defa sen örtülü olursun, senin komplekslerin, kaprislerin, korkuların, pişmanlıkların ve hırsların birer örtü olur.