Eşrafını ve eşhasını şehrin kimliğinden söküp atarsanız, geriye sadece hüzün mekânları kalır. Şeyhmus Diken hüzünkâr mekânların yitik sahiplerini arıyor… Bazısı çeşitli yayın organlarında evvelce yayınlanmış, bazısı ise okurla ilk defa buluşan otuz metin, usta kalemin havsalasındaki Diyarbekir'i; Ermenisi, Kürdü, Süryanisiyle, insanları, sokakları ve sesleriyle kadim Amed'i, Dikranagerd'i, DikranAmed'i anlatıyor. Diyarbekir'in dar küçelerini geride bırakmış, komşularını, kirvelerini bir daha görmemecesine göçüp gitmiş yemenici Şişko Agop'ları, puşici Kekê Yako'ları, Sami Hazinses'leri, Naum Faik Palak'ları ve daha nicelerini, bir kalemkâr edasıyla ince ince işliyor Şeyhmus Diken. Farklı zamanlarda yazılmış şarkılar, çekilmiş fotoğraflar, çıkılmış yolculuklar, bugünden geçmişe uzanan bir köprünün taşları gibi, usta bir işçilikle yan yana diziliyor. Ve kimi yerleri yıkılmış bu köprünün bekçiliğine soyunan Şeyhmus Diken, yıllar sonra çıkagelenlere, evinin yolunu arayanlara rehberlik ediyor… İstanbul'a tedavi için gitmeden önce, kilisenin avlusundaki müştemilat bölümünde bir başına ve yapayalnız anılarıyla yaşayan son Ermeni Anto Dayı ipten kuşağıyla beline bağlı şalvarının cebinde taşırdı damı çökmüş kilisenin kapısının Miteloğlu anahtarından kilidini. Bir ritüel gibiydi kapının kilidini açışı. Gidip gelen hafızasıyla sürekli yinelerdi: "Gittiler işte, hepsi gitti, bir tek ben kaldım geriye. Sahibi de, bekçisi de benim bu kilisenin."