“İşlediğim günahların cezasını çektirme bana, demiyorum; çekmeye razıyım, lakin bu çektiğim çile kadar, günah mı işledim ya Rabbim!!!!?... Silo’dan hep kaçtım, oysa o üstüme üstüme geldi. Yine de ona zarar vermek istemedim, fakat o beni doğramak istiyordu, bunu biliyorsun. Yaşananlar gayri ihtiyaridir yemin ederim!.. İstemeyerek oldu!.. Silo’yu koru, ölmesin!.. Katil olmak istemiyorum ey büyük Allah’ımmmm!!!..” Dedi ahenkli bir edayla kollarını indirirken. Ve dizlerini avuçlayarak oturdu. Remzi’yi daha neler bekliyordu, bu esrarlı hayatta? Onun durumuna vakıf olan insanların, en çok merak ettikleri soru buydu işte… Onun güçlü ve kurnaz düşmanları vardı çünkü. Evet, Remzi mağlubiyeti kabul etmeyen; kendine güvendiği kadar, dostlarına, sevdiklerine de güven veren, onların endişelerini gideren ve düşmanlarının yüreklerine dehşetle korku saçan, karşısına çıkanın burnuna mevta kokusu yayan, onlara aman vermeyen bir cengâverdi. Onunla dalaşmak demek; Zaloğlu Rüstem’le, Köroğlu’yla, Silo, yé Sadikî ya da Koçero’yla dalaşmak demekti. Kavga sırasında; iksir kokuyordu her yanı, tılsımlıydı sanki, rakibini etkisiz kılar, dize getirirdi hep. Ve mağrur dik duruşuyla her zaman zafer kazanmış bir savaşçı gibiydi adeta. Yazar serinin bu ikinci kitabında Remzi’nin etrafında daralan çembere odaklanıyor ve macera kaldığı yerden devam ediyor...