Bu satırları okuyarak beni yaşatacak olan sensin. Ve bu satırlar seni yaşatmak üzere yazıldılar. Okunarak mı var olunuyor öyleyse, yoksa yazılarak mı? Hangimiz daha önce vardık bilmiyorum şu durumda. Kim kimi var ediyor böyle uzaktan uzağa? Ah! Bunu henüz bilemezsin yavru kozalağım ama babalar çocuklarını terliyor vücutlarından, çocuklar gömüyor babalarını sonra. Ne çaresiz bir alışveriş, öyle değil mi? Bazen düşünürüm; ya evvel değil yarınsa zamanın başlangıcı? Bize kim ve hangi ara aksini ispat etti de böylesine kapıldık akrebin ve yelkovanın soluna değil de sağına? Neyse ki şüphe, çaresizliğe en yakışandır kara çakılım. Zira iyi yönetilmiş bir kuşku, öz varlığına son veren bir çıkmaza kadar kovalar kendini. Kuyruğunu nihayet yakalamış bir kedi gibi. Böylelikle bir nebze olsun çözüm sunabildim kendime. Beni okuma ihtimalin ne derece düşük olursa olsun, parmaklarım nasır tutuncaya dek yazmaya adadım kendimi, daha ilk satırda. Velev ki ben okunmadım, sen yine de yazılmış olacaktın.”