Londra hayalet bir şehirdi artık. Beyaz boyalı evlerin pencereleri, bir kafatasında yer alan göz çukurlarını andırıyordu. Çevremde binlerce sessiz ve sinsi düşman yaratıyordu hayal gücüm. Sonunda korku ve dehşet beni ele geçirmişti; en çok da deli cesaretimden dehşet duyuyordu. Önümdeki yol katrana bulanmış gibi kapkaraydı ve patikanın kenarında, büzülmüş bir siluet gördüm. Daha fazla dayanamayacaktım. St. John’s Koruluğu yoluna döndüm ve Kilburn’deki dayanılmaz sessizlikten hızla uzaklaşmaya başladım. Fakat şafak sökmeden cesaretim geri geldi ve gökyüzü hala doluyken bir kez daha Regent’s Park’a gittim. Caddeler arasında yolumu kaybettim; sonunda iki tarafı ağaçlık uzun bir yolun alt ucunda, doğmak üzere olan günün yarı aydınlığında Primrose Tepesi’nin çizdiği kavisi gördüm. Zirvede, tam tepenin sırtını yıldızlara dayadığı noktada üçüncü Marslı duruyordu; dimdik ve hareketsiz tıpkı diğerleri gibi.

Benzer Kitaplar