Ondokuzuncu yüzyılda Fransa ve İngiltere‘nin oluşturduğu ikiz kraterden yayılan çifte devrim, başta Avrupa olmak üzere bütün dünyanın çehresini değiştirdi. Endülüs‘ten Moskova‘ya, İskandinavya‘dan Sicilya‘ya ve Balkanlar‘a dek Avrupa‘nın sınırları yeniden çizildi. Avrupa‘nın eski mutlakiyetçi rejimleri Büyük Devrim‘in ordusunun ve fikirlerinin önünde tel tel döküldüler. Yeni ideolojiler, yeni siyasal akımlar, Avrupa‘da yepyeni sınıfsal ve ulusal oluşumların önünü açtı. Latin Amerika‘dan Çin‘e, Mısır‘a dek bütün dünya, kapitalist endüstrinin ihtiyaçlarına yönelik, İngiltere merkezli yeni ve şiddetli bir Batı sömürgeciliği dalgasına maruz kaldı. Yeni üretim tarzları, eskilerinin yerini alırken, insanlık daha önce görülmemiş trajedilere tanık oldu. Ama Batı Avrupa‘dan yayılan devrimci fikirler, hemen her ülkede taraflar buldu; modernleşme arzusu, ülkelerin yazgısını belirlemeye başladı. Ve Avrupa 1848‘e kadar, burjuva liberalizmine karşı dayanışmacılığı, kolektivizmi, ‘sosyalizm‘i öne çıkartan ve sonsuz özgür toplum hayaliyle değil, mevcut sisteme karşı kalıcı, uygulanabilir bir seçeneği temsil eden emek hareketiyle, yani ‘komünizm hayaleti‘yle titredi. Çalışan yoksullar için ‘ayaklanma sadece mümkün değil, aynı zamanda zorunluydu da. Ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısında, emek hareketlerinin, sosyalist hareketlerin -ve tabii ki kitlesel toplumsal devrimci rahatsızlığın- ortaya çıkmasından daha kaçınılmaz bir şey yoktu. 1848 devrimi, onun dolaysız sonucuydu.