Suhrkamp Verlag'daki editörüm Raimund Felliger, 2004 yılının ekim ayındaki Frankfurt Kitap Fuarı'nı ziyaretimde bana şunu sordu: "Derrida'nın öldüğünü biliyor musun?" Bilmiyordum. Önümde bir perde kapandı sanki. Salonun gürültüsü birden farklı bir dünya oldu. Merhumun adıyla, sadakate çağrıyla, dünyanın birden daha ağır ve daha adaletsiz hale geldiği duyumuyla ve bu adamın gösterdiklerine karşı minnet hissiyle yalnız kalmıştım. Nihayetinde neydi bu? Muhtemelen şu: Çocukluğa geri dönmeden hayret etmek hâlâ mümkündü. Kendini bilginin zirvesine bir merak nesnesi olarak sunmak… Minnet beni o zamandan beri bırakmadı. O minnete, bu adama ait mezar odasının göğün en yüksek katına değdiği düşüncesi eşlik ediyor. O zamandan bu yana keşfettiğim şey, bu imgeyle yalnız olmamanın mutluluğudur. Derrida Mısır piramidine tutkulu bir ilgi beslemelidir... Ama hafif ve görünüşte aşılabilir imler/işaretler çağının düşünürü Hegel bile, çemberin son kapanışında hantal bir engel tarafından kösteklenme kaderinden mustariptir. Ruhun kültürlerden geçen yolu, gezinen tinin başlangıca geri dönmeye hazır hissetmesine yetecek ölçüde hafif, esnek ve saydam hale gelene kadar, aşırı ağır nesnelerin geride bırakıldığı dairesel bir çıkışa denk olsa bile, geride ustalığına rağmen yine de tamamen aşılamaz bir dışsallık ve direnişe sahip matbu bir kitap var. Kâğıt kapaklı bir kitap olarak dahi, Tinin Görüngübilimi hâlâ, kendi içeriğini inkâr eden atıl ve saydam olmayan bir şeydir. Biri kapağına ve siyah harflerine parmağını doğrultur doğrultmaz kutlama sonsuza dek bozulur.