Emir, başı önde ölçülü adımlarla sultana yaklaştı, yekpare taşın önünde dizini yere koydu, bir müddet öylece bekledi, ardından sultanın müsaadesiyle yerinden doğruldu. Göğsünden çıkardığı mahfazayı avuçlarına aldı, hünkarın huzurunda yeniden diz çöküp saygıyla ona uzattı. “Kimden geliyor?” diye sordu sultan. “Melik Alaeddin Davud Şah’tan.” diye karşılık verdi emir. “Yine mi şiir yazmış?” “Öyle olsa gerek hünkarım.” “Akşehir’in havası onu çarptı galiba? Yaralı tavşanımız, sahip olduğu mevkinin kıymetini bilip de alicengiz oyunlarına başvurmasaydı eğer, böyle memleketinden ayrı düşmez, içindeki isyanı da şiire dökmek zorunda kalmazdı. Okuyalım bakalım, sabık Mengücek beyi neler döktürmüş yine!” Sultan Alaeddin, mahfazanın kapağını açtı. Ceylan derisine işlenmiş çift başlı kartal armasının altındaki dörtlüğü, dikkatlice inceledi. Davud Şah’ın, sayısını hatırlayamadığı kadar biriken şiirlerinin üzerine bir yenisi daha eklenmişti. Yüreği kan ağlayan bir insanın kaleminden çıkan tasa, sıkıntı, sitem dolu bir şiir…

Benzer Kitaplar