“Artık bu dünyada benim için yalnız sen varsın, bir tek sen; benimle ilgili hiçbir şey bilmeyen, kendi mutluluğundan başka hiçbir şey ve hiç kimseyle ilgilenmeyen, her şeyi ve herkesi alaya alan sen! Evet, yalnızca sen varsın; beni hiç tanımamış olan, benim de sevmekten bir türlü vazgeçemediğim sen!” Kendisi için hiçbir şey istemeyen, hep veren, verdiğini gizleyen, sevdiği adam için her türlü fedakârlığa seve seve katlanan, onun için yaşayan ve ömrünü ona adayan bir kadın... Sevildiğini bilmeyen, kimseyi tutkuyla ve samimiyetle sevmeyen, gününü gün edip kendisini mutlu etmekten başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen, gelgeç ruhlu bir adam... Böylesi tek yanlı bir tutkuya âşk denilebilir mi? Sahi, âşk nedir ? Hele ki günümüz tüketim toplumunun bencil ve maddiyatçı ortamında böyle bir ilişki hayal edilebilir mi? Erkeklerin duyguları ya da ruhları neden bu kadar çorak acaba? İnsan ruhu diye bir şey var mı gerçekten? Ya kadın ruhu? Peki, o ne menem bir şeydir ve nasıl iş görür? Bir öyküden çıkarılabilecek böylesi derin sorular, Zweig’a neden ‘insan ruhunun ustası’ denildiğini kolaylıkla açıklıyor.