Bütün gece Murat’ın gözüne uyku girmedi. Yatağına uzanmış, pencereden aya bakarak bin bir şey düşündü. Namusunu hiçe sayan on beş yaşındaki bir kıza karşı ödevini yapmış dürüst bir insanın yürek rahatlığı yoktu içinde; tersine, kendini suçlu, duygusuz, alçak bir insan görüyordu. Kollarında sıktığı genç kızın kadınca, aşk dolu kokusunu, yalvarışlarını, gözyaşlarını bir türlü uzaklaştıramıyordu kendinden. Güllü’ye hak veriyordu. Tıbbiye’nin nemli, ölüm sinmiş mahzenlerinde birçok insanca yetkiliklerini yitirmiş olmalıydı. Damarlarında gençlik kanı dolaşan hangi erkek Menekşe’ye karşı kendisi kadar duygusuz kalabilirdi? Gençlik, aklın, mantığın yüksek duvarlarına tırmanıp aşan bir duygu coşkunluğu demekti. Menekşe, yaşının hakkını vermişti. Erkek kadar yürekli, kanının, kalbinin çağırışlarını duymuş, gururunu çiğnemiş, sevdiği adama kendini vermeye gelmişti. Oysa kendisi korkak, hilekâr, kaypak, onu reddetmişti. Genç, güzel, yüreği ılık ılık sevgi dolu kıza sahip çıkmaya cesaret edemediği için anasının hakları arkasına, toplum kanunlarına saygıya, Osman Ağa’nın yergilerine sığınmıştı.’