Aşka dair her şeyi bildiğini zannederken herkes; aşkın bir rengi olabileceğini öğrettin sen bana. Şeftali bahçelerinden kopup bu şehre gelirken, elbette tahayyül dahi edemezdin bu günlerini. Küçük bir çocukken en yakınlarını kaybedenlerin hüznünü taşıyorken saçlarının erken beyazlarında, kazanmaktan başka hiçbir gerçek; yer edemezdi hayatında... Kazanmanın rengi griydi; aşkın rengi narçiçeği... Anılarımı derleyip yazımı yontamayacak yaşta kaybettim dedemi. Aklımda en keskin çocukluğu kaldı. İstanbul’da geçen çocukluğu. Sefertasıyla babasına yemek taşıyan çocuk dedem. Hergün okul sonrası, Kapalıçarşı’daki dükkanın yolunu arşınlayan ve birgün, kendi deyimiyle, kısa pantul u olduğu için sokak çocuklarından dayak yiyen çocuk dedem. Deyyuslar diye başlardı hep söze. Küçücük kızanım, ayağımda kısa pantul var diye, hepsi yüklendi üstüme. Sefertası parçalandı; kapuska vardı içinde, biraz çorba, bir de limon... Döküldü hepsi yere... Veletlerden biri limonu yüzüme sıktı sonra. Dayak yediğime değil, babama yemek götüremediğime üzüldüm. Acımdan değil, limon gözümü yaktığından ağladım.