Annem tanrı ve sen. Kutsadık. Nefret ettiğimiz yaşamak lanetini bize bulaştıran her şeyi kutsadık. Başköşeyi ise daima, birbirimizin canına daha kolay kıyabilmemizi sağlayan sevgili Tanrımıza ayırdık. Görmediğimiz ve duymadığımız yaratıcıyı; çığlık çığlığa görünen, anlatan ve ağlayan insandan daha çok anladık, çünkü O hep vardı ve var olacaktı. Sonsuz varoluşundan ürktük. Ölümsüzlüğüne yenildik. Hem yaşamaktan hem ölmekten korkuyorduk. O kadar korktuk, o kadar korktuk ki yaratıcının dünyadaki izdüşümü anneyi kutsamak zorunda kaldık. Belki de ölümlü bir yaradanın karşısında kendimizi daha rahat hissedecektik. Öyle de oldu. Kanını, canını, emeğini, varlığını sömüre sömüre kutsallığına küfürler savurduk. Etlerini koparıp, saçlarını ellerimize doladık. O bizi hep anladı. Tuttu başımızı okşadı. Gözyaşlarımızı avuçlarına alan, kulağımıza umudu fısıldayan bir yaradanımız vardı. Anne, yaşamaya mahkûm ettiği bize sevmeyi anlattı. Var olmanın acısı sevdikçe geçecekti. O’na inandık. Sevdik. Sevmekten yaşamanın tek güzelliği aşka ulaştık. Kutsal aşka. Nefes almaya anlam katan aşktan daha kutsal ne olabilirdi ki? Olmadı. Aşkı sadece yaşayanlar kutsayacaktı.