Hayatım boyunca çıkamayacağım hiçbir katın olmadığını düşündüm durdum. Yoktu da. Ve son merdivenden sonra gökyüzüne dokunabilecek kadar yakın olduğumu hissettim. Dokunabilirdim de. Ama yukarıda gördüğüm saf aydınlık, bana diplerin karanlığından daha iyi gelmiyordu. Ben bu değildim. Ve olmadığım kişiden geriye, artık bıkkın bir adam kalmıştı. Bıkkın ve geriye dönemeyecek kadar da yorgun. Neredeyse her güne küçük ve yeni umutlarla başlıyor, ama günün içinde ya da sonunda intihar eğilimi kazanıyordum. Ya da zaten sahip olduğum bir şey tekrar gözümün önünde beliriyordu. Korkuyordum. Dünyanın en cesur korkağıydım. Korkumla savaşıyordum. Korkumu yeniyordum, ama sevinemiyordum da. Sonunu göremediğim bir yolda yürüdüğümü çok önceleri fark etmiştim. Belki de sonu olmayan bir yolda. Yürümemi sağlayan şey amaçlarımdı. Ve sahip olduğum amaçların değersizliği ve ulaşılabilirliği beni kötü hissettiriyordu. Hayatta kalmamı sağlıyorlar, fakat hayatı tatmamı bir şekilde engelliyorlardı. Nasıl oldu bilmiyorum, ama o gün, odamın bir köşesinde oturup, hiçbir şey yapmadan kafamdan bu düşünceleri geçirirken, fark etmeden Neşe'yi unuttum. Sanki içimde yıllardır duran ve ruhumu emen o yaratık, kendiliğinden yok olmuştu. O günden sonra da bir daha ona yazmadım. Yazdığım son mektubuysa hiçbir zaman atmadım.